Geçen haftaki yazımda Terörle Mücadele Kanunu’nun yetersizliğini; vatana ihanetin, terörün ve casusluğun ceza hukuku sistematiğimizde bir cürüm olarak tanımlanıp adamakıllı ele alınmadığını dile getirerek ceza hukukumuzun hem nazari hem de tatbiki yönden yetersizliğini masaya yatırma zamanı gelmiştir deyip bir tartışma açmıştım.
Şimdiye değin gelen tepkiler gayet müspet oldu. Benimle aynı görüşü paylaşan birçok hukukçuyla, akademisyenle, gazeteciyle hatta siyasetçiyle karşılaştım. Velhasılıkelam hazır Cumhuriyet Bayramımızın doksan altıncı sene-i devriyesini idrak ettiğimiz şu günlerde konuyu bir de Cumhuriyet ve Devrim Kanunları veçhesiyle gündeme getireyim dedim.
Değerli okurlar, her çeşit terörün yuvası olmuş, tabiri caizse terörist kaynayan bir ülkeyiz; ancak hiçbir kanunumuzda terörün tanımını bulamazsınız. 3713 Terörle Mücadele Kanunu ise sürekli Türk Ceza Kanunu’na –hem de mülga Türk Ceza Kanunu’na- gönderme yapan yamalı bir bohçadır ve terörle mücadelede Türkiye’nin elini güçlendirmek bir yana çoğu zaman ayak bağı olmaktadır.
Ajanlık ve casusluk da aynı şekilde tanımı yapılmış cürümler değildir. Biliyorsunuz kanunsuz suç ve ceza olmaz. O nedenle ülkemizde envaî çeşitte casus cirit atmakta; korkunç bir cüretle fitne, fesat ve fücur eylemlerini sergileyebilmektedir.
Vatan hainliği ise gerçekten cürüm olmaktan çıkıp alelade bir hâl gibi algılanmaya başlanmıştır. Bunun nedeni evvelemirde 29 Nisan 1920'de kabul edilen Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun 12 Nisan 1991'de 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu ile yürürlükten kaldırılmış olmasıdır. Mezkur Kanun’un metninde vatan hainliği bir cürüm olarak etraflıca ele alınmış ve ağır tecziyelere bağlanmış idi. Örneğin bu Kanunun 1. maddesine 25 Şubat 1341 (1925) tarihinde ve 556 sayı ile eklenen fıkra aynen şöyledir:
“Dini ve mukaddesat-ı diniyeyi siyasi gâyelere esas veya alet ittihaz maksadıyla cemiyetler teşkili memnudur. Bu kâbil cemiyetleri teşkil edenler veya bu cemiyetlere dahil olanlar hain-i vatan addolunurlar. Dini veya mukaddesat-ı diniyeyi alet ittihaz ederek şekli devleti tadil ve tağyir veya emniyeti devleti ihlal veya dini veya mukaddesat-ı diniyeyi alet ittihaz ederek her ne suretle olursa olsun ahali arasında fesat ve nifak ilkası için gerek münferiden ve gerek müçtemian kavli, tahriri veya fiili bir şekilde veya nutuk iradı veyahut neşriyat icrası suretiyle harekette bulunanlar kezalik hain-i vatan addolunur."
Gördüğünüz üzere gâyet muntazam bir dille ve Devlet ciddiyetiyle yazılmış, normalde asırlarca yaşaması gereken harikulade satırlar... Lakin Turgut Özal zamanında her ne hikmetse buharlaştırılıp yok edilmiş.
Türkçesi kıt olanlar için fıkra hükmünü günümüz ergen Türkçe’sine aktarayım:
“Dini ve dinin kutsallarını siyasallaştırarak adı ister cemaat, ister dernek-vakıf ya da her ne olursa olsun cemiyetler kurmak vatan hainliğidir. Fettoşçuların alayı ve benzerleri haindir. Bu doğrultuda halkı sözlü, yazılı ya da fiili şekilde galeyana getirip Devletine karşı cephe aldıranlar da vatan hainidir.”
Vatan hainliği işte bu idi. Yeni kurulan millî Devlet ve çiçeği burnundaki Cumhuriyet, vatan hainleri ile mücadele ederek 1990’lara kadar geldi. Şimdi ise tekraren söylemiş olayım; vatan hainliği bırakın cürüm olmayı, düpedüz moda olmuştur. Medya iletişim araçlarıyla veya diğer çeşitli yollarla Devlete, Devletin kurucusu ulu önder Atatürk’e, millete, dine, dinin kutsallarına, Cumhuriyete sayıp sövmek maalesef müsamaha edilen, zaman zaman da kayırılan bir hareket hâline dönüşmüştür. Pekâlâ bu durum daha ne kadar sürdürülebilir? HDP gibi bir partiye daha ne kadar müsamaha edilebilir? 29 Ekim’ler geldiğinde içindeki Devlet düşmanlığını Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e hakaret ederek dışa vuran ne idüğü belirsizlere daha ne kadar göz yumulabilir? Ülkesini seven vatanseverlerin sabrı daha ne kadar zorlanabilir? Hukuk; toplumun spontane reflekslerini dizginleyip kamu düzenini Devletin şefkatli vefakat zaman zaman da kahırlı eliyle tesis ve inşa etmek değil midir?
En önde gelen siyasilerin dâhi ikinci bir Kurtuluş Savaşını veriyoruz yahut Kuva-i Milliye günleri yaşıyoruz dediği şu fitne zamanında Kurtuluş Savaşı zamanındaki kanunlara her zamankinden daha çok muhtaç değil miyiz? Doğru ya, bu ülkede “Kurtuluş Savaşı diye bir savaş olmamıştır, anlatılanların hepsi Cumhuriyet tarihinin yalanıdır” diye propaganda yapan ajanlar, casuslar, vatan hainleri hatta cemaatler var. Kurtuluş Savaşı’nda Yunanların dişini söküp alan dedelerimizin hatıraları olmasa bu müptezellere inanacak saf akıllılarımız da var. Olmaması zaten düşünülemezdi çünkü ajanlığın, vatan hainliğinin suç olmadığı; terörün ise tanımının bir türlü yapılamadığı, kıyıdan köşeden, dolaylı yollardan tecziyeye bağlandığı garip bir ülkede yaşıyoruz.
Yazımın başlangıcında Devrim Kanunları demiştim ama sanırım “D” diye giriş yapıp devamını sonraya saklayacağım; zira bana ayrılan yerin sonuna geliyorum.
Saygıdeğer okurlar; bu ülkede üfürükçülük, büyücülük, muskacılık, falcılık, cincilik, gâipten haber vermecilik ve sâir fiiller suç mudur? Evet suçtur. Hem de 30 Kasım 1925 tarihli Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Devrim Kanunu’nun 1. maddesinin 2. fıkrasına göre suçtur ve tabii yasaklanmıştır.
Devrim Kanunlarını insafsızca eleştiren bir vatandaş düşünün. Bu vatandaş aslında neye karşı imiş? Görüldüğü üzere büyücülüğün, falcılığın, insanların inançlarıyla ve duygularıyla oynayıp paraları kendi zimmetlerine geçirmenin suç addolunmasına karşı imiş. Demek ki o vatandaş geçimini cahil kimselerin aklıyla oynayarak, bir nevî sahtekârlıkla sağlıyor. Öyle ya, bu ülkede cinci hocadan çok ne var? Adım başı medyum, metafizikçi, yıldıznameci, üfürükçü, büyücü…
Türkiye Cumhuriyeti işte böyle absürt kimselere, arif-i billah geçinen dolandırıcı meczuplara, iflah olmaz umut sömürgenlerine karşı mücadele edilerek kurulmuştur. Siz sadece yedi düvele karşı mı mücadele verdik sanıyorsunuz? Sanmayın! Sanırsanız bu işin sonu Devrim Kanunlarına ve hatta Türkiye Cumhuriyeti’ne düşman olmaya kadar gider. Allah muhafaza…Ya seveceksin Ya terk edeceksin…